Koronavirüs Salgını Sonrasına Dair Senaryo
- Hakkı Uygur
Her ne kadar henüz tüm dünyayı sarsan koronavirüs (Covid-19) salgınının kaynağı, muhtemel sonuçları ve tedavisi gibi en temel konular hakkında bile kesin ve ikna edici bilgimiz yoksa da küresel medyada virüs sonrası dünya ile ilgili birçok senaryo konuşuluyor ve tartışılıyor. Salgın ve sonuçlarının sağlıkla ilgili bölümleri uzmanlık alanımızın dışında kalsa da Ortadoğu’yu da etkileyebilecek siyasal sonuçlarıyla ilgili bazı hususlara değinebiliriz.
Koronavirüs salgını da tıpkı tarihteki birçok dönüm noktası gibi muhtemeldir ki yalnızca var olan süreçleri hızlandıracak ve zaten yaşanmakta olan teknolojik, sosyolojik ve politik gelişmelerin daha hızlı yerleşmesine neden olacaktır.
Salgına dair neler biliyoruz?
Öncelikle virüsün tüm dünyada açıklanan rakamların çok daha üstünde insana bulaştığını inanmamızı sağlayacak temel bir neden var: elitlerdeki yaygın pozitif sonuç oranı. Bunun anlamı en basit haliyle kamuoyunun tanıdığı ve test yaptırma imkanı olan kimselerin bu süreçte daha kolay teşhis edilmeleridir. Çok sayıda ülkede siyasetçilerden spor ve sanat camiasına kadar birçok tanınmış kişiye hastalığın bulaşmış olması başka türlü izah edilemez. Nitekim salgının henüz başında vaka sayısı resmi olarak henüz yüzlerle ifade ediliyorken İran’da yirminin üzerinde milletvekilinin testinin olumlu çıktığı açıklandığında “Eğer yalnızca elitlere bulaşan bir hastalık değilse şimdiden on binlerce kişiye bulaşmış olmalıdır” yorumları yapılmıştır. Çok geçmeden salgının Avrupa’da yayılmasıyla da benzer görüntülere şahit olmaya başladık; bakanlar, başbakanlar, aktörler, sporcular vs. çok sayıda tanınmış figüre virüsün bulaşmış olması gerçek rakamlar hakkında bir fikir sahibi olmak için yeterlidir. Son bir örnek olarak İran’da yeni oluşturulan meclisteki milletvekillerinin yaklaşık beşte birinde (yüzde 20) testlerin pozitif çıktığına dair haberler geliyor. Oran tüm nüfusa vurulduğunda ise korkunç rakamlara tekabül ediyor.
Koronavirüsle ilgili ikinci net bilgimiz daha olumlu bir bilgi ve o da bulaşıcılığının aksine öldürücülüğünün yüksek olmaması. Eğer tahmin edildiği gibi virüs tüm dünyada on milyonlarca insana zaten bulaşmış durumda ise açıklanan ölümlü vaka sayıları oldukça düşük. Elbette bu noktada kapalı rejimler ile Batı ülkelerinin ulaştıkları zirve sayısındaki farklılık da oldukça dikkat çekici. Avrupa ve ABD’nin verdiği günlük ölü sayıları kapalı rejimlerin açıkladıkları resmi sayıların on katını aşıyor. Ancak bu sayılar bile toplam vakalara bölündüğünde öldürücülük oranının düşük olduğu açıkça görülüyor.
Peki söz konusu küresel salgın iddia edildiği gibi uluslararası sistemde devasa değişikliklere yol açabilecek mi? Örneğin kapitalizmin sonunu getirecek ve Çin’in yeni hegemon güç haline gelmesine neden olabilecek mi? Ya da yaklaşık on yıldır devrim, karşı devrim, iç savaş ve ayaklanmalarla karşı karşıya bulunan bölgemizde nasıl bir değişikliğe yol açacak? Girişteki cümlemi tekrar ederek bu sürecin çok başında olduğumuzu ve tarihsel serüven içinde bir kırılma sayılıp sayılmayacağı hususunda sağlıklı bir değerlendirme için uzun yıllara ihtiyaç olduğunu hatırlattıktan sonra genel fikrimi şu şekilde ifade edebilirim. Bu salgın da tıpkı tarihteki birçok dönüm noktası gibi muhtemeldir ki yalnızca var olan süreçleri hızlandıracak ve zaten yaşanmakta olan teknolojik, sosyolojik ve politik gelişmelerin daha hızlı yerleşmesine neden olacaktır. Örneğin Çin’in yükselişi, sanal ticaretin ya da sosyalleşmenin yaygınlaşması, insan davranışlarının yapay zekalı uygulamalar tarafından gittikçe artan biçimde gözlem altına alınması gibi gelişmeler aslında son yirmi yıldır zaten çokça tartışılan ve tecrübe edilen gelişmelerdi. Ancak bugün gelinen noktada salgın belki de Çin’deki WeChat benzeri çok amaçlı ve bankacılıktan sosyal hayat kontrolüne kadar birçok alanı kapsayan uygulamaların bütün dünyada yaygınlaşmasına olanak sağlayacaktır. Yine çoktandır konuşulan Avrupa’nın siyasi gerileyişi son krizle birlikte gördüğümüz üzere artık teorik tartışmaların konusu değildir.
Koronavirüs salgını da tıpkı tarihteki birçok dönüm noktası gibi muhtemeldir ki yalnızca var olan süreçleri hızlandıracak ve zaten yaşanmakta olan teknolojik, sosyolojik ve politik gelişmelerin daha hızlı yerleşmesine neden olacaktır.
Avrupa –maske savaşlarının gösterdiği gibi– giderek hantallaşan ve aylardır “geliyorum” diyen salgına karşı bir önlem almakta üşenen adeta başına gelecekleri kabullenen yaşlı bir kıta görünümü sergilemektedir.
Avrupa’yı kim kurtaracak?
Bu noktada Avrupa ile ilgili bir iki hususa değinmekte fayda var. Bilindiği gibi bugün mevcut olan ABD liderliğindeki uluslararası sistem büyük ölçüde İkinci Dünya Savaşı’nın sonucu ile ilgili. Başka bir ifadeyle eğer savaşı ABD ve müttefikleri değil de Nazi Almanya’sı kazanmış olsaydı kuvvetle muhtemel bugün çok farklı bir dünya ve siyasal sistemlerle karşı karşıya olurduk. ABD’nin Avrupa lehine savaşa müdahil olması, daha sembolik olarak Normandiya Çıkarması’nın başarılı olması ABD liderliğinde Avrupa’nın payanda olduğu küresel bir sistemin ortaya çıkmasına neden olmuştur. Bunun bölgesel yansımaları da çok geçmeden görülmüştür. İngiltere’nin 1953’te neredeyse yüzyıldan fazla bir süredir tartışmasız hakimi olduğu İran’da darbe yapmak için Amerikan desteğine ihtiyaç duyması, İngiliz-Fransız birliklerinin 1956’daki Sina harekatının başarısız olması, yine bölgenin eski hakimi İngiltere’nin Körfez’deki varlığını 1971’de sessiz sedasız sonlandırması büyük savaşın yol açtığı yansımalardır ve Avrupa’nın uluslararası arenada askeri-siyasi olarak ne kadar zayıfladığının açık göstergeleridir. Bu durum Soğuk Savaş’ın bitişinden sonra da değişmemiş ve Avrupa sahip olduğu muazzam ekonomik kaynaklara rağmen Bosna Savaşı’nın gösterdiği gibi kıta içindeki sorunları dahi çözmekten aciz kalmış nihayet büyük umutlarla kurmaya çalıştığı Avrupa Birliği projesi ölümcül yara almıştır. Bugün gelinen noktada salgınla mücadelede başarısız kalınması, Kore, Singapur ya da Japonya örneklerinin aksine topluma karşı bireyi merkeze alan kıtanın görece gerilemesinin sürdüğünün bir diğer göstergesidir. An itibarıyla birçok Avrupa ülkesi tekrar gözünü dışarıya dikmiş ve kendilerini hangi küresel gücün kurtaracağını sormaya başlamıştır, öyle ki yeni Marshall Planları dahi gündeme getirilmiştir.
Bu noktada önemli bir soru Avrupa’yı kimin kurtaracağıdır. Zira öyle veya böyle Avrupa en azından son beş yüz yıldır insanlık medeniyetinin merkezini temsil ediyor ve abartılı sayılmayacaksa Avrupa’yı kazanan küresel mücadeleyi kazanmış oluyor. ABD’nin birinci ve ikinci dünya savaşları arasında hızlı büyümesi, dünyanın en büyük ekonomisi haline gelmesi ve devasa bir askeri kapasite oluşturmasına benzer bir durum son yirmi yıldır Çin için de geçerlidir. Dolayısıyla aynı benzetme üzerinden devam edersek küresel mücadelede maske, cihaz yardımları gibi taktiksel beceriler önemli olmakla birlikte asıl bitirici hamle aşının nereden geldiği olacak ve savaşın sonucunu bu buluş/çıkarma belirleyecektir. Aşının Çin tarafından bulunması ve Pekin’in tüm dünya ile birlikte çok sayıda insanını kaybeden Avrupa’ya da kurtarıcı olarak müdahale etmesi 5G gibi birçok tartışmayı kendiliğinden bitirecek ve ABD’nin Avrupa üzerindeki belirleyici hakimiyeti büyük yara alacaktır. Daha krizden önce bile geleneksel olarak ABD’nin en yakın müttefikleri sayılan İngiltere ve İsrail gibi ülkelerin söz konusu 5G teknolojisi ile ilgili olarak Çin ile çalışma konusunda ne kadar hevesli oldukları düşünüldüğünde Washington’ın hem bu meseleye hem de Pekin’in kıtanın güney ayağındaki limanların işletim haklarına karşı itirazları boşa düşecek ve gerekli kamuoyu desteği böylesi bir aşıyla kolayca elde edilebilecektir. Tersi bir senaryoda Çin’in işi daha zora girebilir. Batı kaynaklı bir vakıf ya da şirketin aşıyı bulması ve bunu siyasi propaganda amacıyla kullanması durumunda Çin dünyaya hastalık ihraç eden kaynak ülke olarak lanse edilirken ABD ise günü kurtaran kovboy kılığında ortaya çıkabilecektir. Ancak bu durumda bile Çin’in tarihsel yükselişinin tamamen sona ereceği düşünülmemeli zira Asyalı dev birkaç yıl içinde tekrar eski pozisyonunu elde edecektir.
Ortadoğu’nun geleceği
Salgının bölgeye etkilerine gelindiğinde de benzer şekilde var olan süreçler daha da hız kazanarak devam edecektir. Yönetim krizleri, ekonomik sorunlar, düşük ya da şiddetli çatışmalar artarak sürecektir. Irak’ta görüldüğü üzere ABD-İran gerginliği azalmayacak aksine hükümetler üzerindeki salgın kaynaklı ekonomik ve siyasi baskılar arttıkça milliyetçi duygulara hitap eden çatışma daha az ya da kabul edilebilir maliyetli olarak görülebilecektir.
Salgın süreci boyunca bölge ülkelerindeki zaten iç açıcı olmayan sosyoekonomik şartlar daha da ağırlaşacaktır. İnsan kaybının yanı sıra bazılarının ticaretinin durması, bazılarının bağımlı olduğu dış yardımların kesilmesi ya da enerji fiyatlarındaki aşırı azalma krizleri şiddetlendirecek ve kaynakları eritecektir.
İran örneği üzerinden gidecek olursak salgınla mücadele için uluslararası kredi talepleri kabul görmeyen Hamaney sonunda eleştiriler karşısında geri adım atarak Ulusal Kalkınma Fonu’ndan bir milyar avro kullanılmasını kabul etmek zorunda kalmıştır. Oysa daha önce depremler hususunda bu fonun kullanılmasına sıcak bakmamıştır. Bu durum da anlatmak istediğimiz hususu destekler niteliktedir. İran Parlamentosu Araştırma Merkezinin de raporladığı üzere salgının son iki yıldır zaten yüzde 15’ten fazla küçülen ülke ekonomisini daha da şiddetli bir türbülansa sokması kaçınılmazdır. Bu durumdan dolayıdır ki Ruhani son açıklamalarında sürekli olarak salgınla etkin mücadele yerine ekonomiyi önceleyen ifadeler kullanıyor ve İran Nevruz Bayramı ile birlikte pratikte “sürü bağışıklığı” yöntemini tercih eden ülkeler arasına katılmış durumdadır. Salgının zaten bocalayan yönetimlere olumsuz etkisi yalnızca İran ile ilgili değil kuşkusuz.
Salgınla mücadele küresel ekonomideki durgunluk ve enerji fiyatlarının dibe vurması doğrudan ya da dolaylı olarak enerji gelirleri ya da zengin ülkelerden aldıkları yardımlarla ayakta duran hükümetleri iyice zora sokacaktır. Yine de Tahran yönetiminin bölgesel etkisinin son yıllarda artmış olması kaderinin birçok bölgesel aktörle birleşmesine neden oluyor. Örnek olarak İran’daki zor ekonomik şartlar sonucunda Suriye’deki Baas rejimine olan yardımların azalması Beşşar Esed’in yalnızca siyasi muhalifleri tarafından değil geleneksel taraftarlarınca bile daha sert eleştirilmeye başlamasına neden olmuştur. Rejimin en temel gıda maddelerini bile teminde zorlandığı örneğin buğday ithalinde ciddi sıkıntılar yaşadığı görülmektedir. Rusya’nın da düşen enerji fiyatlarından mütevellit ekonomik küçülmeden nasibini alması rejimin ihtiyaçlarını karşılamada isteksiz bir görüntü sergilemesine neden oluyor. Bu noktada birçok Türk yapımı ticari ürünün aracılar eliyle siyasi açıdan hasım aktör olan YPG ya da rejimin kontrolü altındaki bölgelere ulaştırılmasında görüldüğü üzere sağlık konusunda da Türkiye’nin potansiyeli siyasi ihtilaflara rağmen bölge ülkeleri için daha fazla önem kazanacaktır.
Yine büyük oranda başta Suudi Arabistan olmak üzere zengin Körfez ülkelerinin finansal yardımına muhtaç olan yüz milyonluk Mısır’da da artık Sisi hükümetinin temel sorunu siyasal muhalifleri değil durumları günden güne daha kötüye giden on milyonlarca aç ve işsiz insanın yönetilmesi olacaktır. İdeolojik kavgaların yerini alan ve çok daha temel insani ihtiyaçların karşılanmamasından dolayı yaşanan meşruiyet krizinin özellikle son bir yıldır belirgin olduğu diğer bir bölge ülkesi de Irak’tır. Irak’ın güneyinde Şii gençlerin başını çektiği şehirli gruplar uzun süredir düzenledikleri gösterilerle daha işler bir devlet mekanizmasının kurulmasını istediklerini ve mezhepsel-siyasi kavgalardan bıktıklarını ortaya koyuyorlar. Tarihsel olarak Şii dünyasının Vatikan’ı sayılabilecek Necef’ten komünist partili bir kadını Meclise seçtirebilecek kadar güçlenen bu sosyolojik tepki muhtemelen Irak’taki müesses nizamın ve arkasındaki güçlerin salgınla mücadeledeki acziyetlerini de gözlemlemiştir ve salgın yönetimi on beş yılı aşkın süredir Irak’ı yöneten siyasal İslamcı Şii partilerin hanesine önemli bir eksi olarak eklenmiş olacaktır.
Çin bölge için kurtarıcı olabilir mi?
Peki çok sayıdaki ülkedeki bu karamsar manzaradan çıkış nasıl mümkün olabilecek? Alışılagelmiş reçete burada da geçerli olabilir: dış yardımlar. Ancak Avrupa ile ABD bu durumda iken bölgeye kapsamlı bir yardımı kim sağlayabilir? Sürekli tartışılan Çin burada da devreye giriyor. Yine de bu noktada cevaplanması gereken bazı sorular var: Birincisi Çin’in bu kadar karmaşık ve sorunlu bir bölgeye girmesinde nasıl bir çıkarı olabilir? İkincisi Amerikalıların kısa sürede bölgeden tamamen çekilmeyeceğini kabul edersek ABD’nin Çin’in bu girişimine karşı tavrı nasıl olur? Üçüncü belki de daha önemli bir soru acaba Çin yardımı bölge ülkelerinde ne gibi yapısal-kültürel değişikliklere yol açar? Son olarak dış yardım bu ülkelerin içinde bulundukları karmaşık dini, etnik, sosyolojik ve ekonomik sorunları çözebilir mi yoksa daha da içinden çıkılmaz bir hale mi sokar? Her biri uzun ve ayrıntılı yanıtları gerektirse de çok kısa cevaplarla ilerlersek bölgenin Kuşak ve Yol Girişimi’ndeki kavşak rolü ile en az on yıl daha küresel önemini koruyacak fosil yakıtları açısından zengin konumu Çin’e cazip gelebilir.
İkinci olarak ABD salgın sonrası dünyada görece olarak daha zayıf bir aktör olursa Çin’in girişimlerine karşı eskisi kadar sert tepki göstermeyebilir. Bu noktada İran meselesi önemli bir mihenk taşı olabilir. Nasıl ki Soğuk Savaş’ın başlangıcı olarak bazı tarihçiler Sovyetler’in İkinci Dünya Savaşı esnasında işgal ettiği İran Azerbaycanı’ndan çekilmemesini gösteriyorsa ABD’ye rağmen veya onayıyla Çin-İran ilişkilerinin stratejik bir seviyeye yükselmesi yeni dünya düzeni hakkında fikir verebilecektir. Zira ABD şu ana kadar İran’a yaptırımlar konusunda Çin’e taviz vermemiştir. Üçüncü sorunun kısa cevabını vermek kolay değil ancak çoğunluğu Batılı okullarda eğitim almış, yabancı istihbarat örgütleri ile yakın ilişkileri olan yönetici-asker elitin Çin ile yapısal ilişkilere girmesi kısa vadede çok kolay görünmüyor. Yine kültürel değişimin de on yıllara ihtiyaç duyacağı çok açıktır. Dördüncü sorunun da kolay bir cevabı yok ve muhtemelen Çin’in bölgedeki etkin müdahalesinin yol açacağı sonuçlar yalnızca yaşanarak görülebilecektir.
Nasıl ki Soğuk Savaş’ın başlangıcı olarak bazı tarihçiler Sovyetler’in İkinci Dünya Savaşı esnasında işgal ettiği İran Azerbaycanı’ndan çekilmemesini gösteriyorsa ABD’ye rağmen veya onayıyla Çin-İran ilişkilerinin stratejik bir seviyeye yükselmesi yeni dünya düzeni hakkında fikir verebilecektir
Bu noktada Çin’in bölgenin dinamiklerini tanımak için daha uzun bir süreye ihtiyacı olduğu da görülmüştür. Tahran’daki Çin büyükelçisinin Pekin yönetiminin duyurduğu rakamları acı bir şakaya benzeten İran Sağlık Bakanlığı sözcüsünü azarlar mahiyetteki sosyal medya paylaşımı bu durumu gösteriyor. Nitekim sosyal medyada Çin büyükelçisine yönelik çok fazla tepki meydana gelmiştir. Yine de büyükelçiye en büyük desteğin ülke içinde bağımsızlık konusunda hassasiyetleri ile bilinen Batı karşıtı radikal kesimlerden gelmesi ya da Dışişleri Bakanlığı sözcüsünün arayı bulmaya çalışan açıklamaları dikkat çekicidir. Anlaşılan radikal çevrelerin sözcüsü olarak bilinen bazı figürlerin sağlık bakanından yardımcısını görevden almasını istemeleri İran’ın içinde bulunduğu diplomatik ve ekonomik izolasyondan kaynaklanıyor ve koronavirüs salgını gittikçe gelişen Çin-İran ilişkilerinde de hızlandırıcı ve güçlendirici bir etki yapacak.
Ütopik senaryo
Yaşanan kriz ABD ve Çin gibi süper güç sayılan ülkelerin dahi küresel krizlerle tek başlarına mücadele edemeyeceklerini açık bir biçimde ortaya koymuştur. Dolayısıyla salgının dünyadaki siyasi elitler arasında nerede hata yapıldığı sorusunu gündeme getirmesi sonucunda küresel bir öz eleştiriye neden olması ve tek kutuplu bir sistem yerine Türkiye’nin yıllardır “Dünya 5’ten büyüktür” sloganıyla gündeme getirdiği daha adil ve katılımcı uluslararası sistemin farklı kesimlerce de dile getirilmesi mümkün olabilir. Her ne kadar şu aşamada böyle derin bir sistemik değişikliği konuşmak için erken olsa da Birleşmiş Milletler daimi üyelerinin sayısının artırılması, Türkiye gibi bölgesinde sorumlu yönetim anlayışı ve sağlıklı ekonomik kalkınması ile öne çıkan farklı kıtalardan ülkelerin eklenmesiyle dünya genelinde daha adil ve paylaşımcı bir düzenin kurulması şüphesiz bölgenin sorunlarının hafiflemesine de neden olabilecektir. Tabii ki tarih boyunca kurulan ulus üstü düzenlerin kolektif akıl ile değil savaşlar ve istilalar sonucunda oluştuğunu göz önüne aldığımızda bu ihtimalin yaşanan tüm badirelere ve insanlığın geldiği noktaya rağmen gerçekçi olmadığının altını çizmek gerekiyor. İlk akla gelen bir örnek olarak Filistin meselesine bile adil ve kalıcı bir çözüm bulamayan devletlerin tüm küreyi kapsayacak adil temsile dayalı bir sistem kurması ne yazık ki çok da mümkün görünmüyor.